Anasayfa / Kahramanlar / Arlott

Önerilen Eşya Dizilimi

Eşyalar

Dayanıklı Botlar
Avcı Darbesi
Kinci Balta
Athena’nın Kalkanı
Ayaz
Ölümsüzlük

Amblem

Özel Savaşçı Amblemi

Savaş Büyüsü

Misilleme

Yetenekler

İblis Görüşü

Arlott, etrafındaki düşman birimleri etkileyen kontrol efektlerine maruz kaldığında 7 saniye boyunca işaretleyen şeytani bir göz’e sahiptir.
Göz, ayrıca her 7 saniyede bir yakındaki düşman kahramanı otomatik olarak işaretler.

Hikaye

Yarı-demon, yarı-insan soyundan gelen Arlott, bu ikiliği yüzünden dışlanmıştı. Genç yaşta Barren Lands’deki Demonlar’a katıldı, ancak savaş sırasında demon arkadaşları tarafından ihanete uğradı. Ağır yaralı bir haldeyken, Mila adında bir insan kız tarafından kurtarıldı. Birlikte geçirdikleri süre boyunca, Mila’nın masumiyeti ve samimiyeti onun insanlar hakkındaki görüşünü değiştirdi. Ancak bu mutluluk uzun sürmedi, çünkü Işık Kilisesi, Mila’yı kâfirlikle suçlayarak idam etti. Arlott, Kilise’deki her canlıyı öldürdü ve Mila’nın cesedini göl kenarındaki ormanda dinlendirdi.


Quo Vadis? (Nereye Gidiyorsun?)

Yarı-demon Arlott, Kilise’ye ve demonlara karşı dönmesine neden olan ne yaşadı?
Ağır yaralı olduğu sırada, vagrant (serseri) ve demonik kalbini kurtaran ve hayatında hiç hissetmediği tek sıcaklık ve ışığı veren biriyle tanıştı… Onunla aralarında nasıl bir hikaye var?
Hadi birlikte Arlott’un geçmişini keşfedelim!


Bu yol ona tanıdıktı.

Yol üç ayrı yöne ayrılıyordu. Güneyde Barren Lands, kuzeyde ise Lumina City, terk ettiği yer vardı. Başının üstündeki gökyüzünde yıldız kümeleri parlıyordu. Bir yıl önce, otların arasında yatmış ve aynı yıldızları izlemişti. Her şey bulanıklaşmaya başladı. Önünde bir araba durdu. Birisi ya da bir şey, onu sersemlikten uyandırmaya çalışıyordu. Gözleri odaklanmayı reddetti. İnsan mıydı, yoksa bir çeşit demon mu? Farketmezdi. Ölümün eşiğinde yatarken, bu dünyada gördüğü her şey tek bir noktada birleşmeye başlamıştı.

Şekil, insana aitti. Nihayet netleşmişti. Eliyle yüzündeki saç tellerini çekip almak istiyordu, ama eli sanki bir çekiç gibi ağır gelip yere çakılmış gibi kaldı.

İnsanlara karşı büyük bir yakınlık hissetmiyordu, çünkü görünümü onların alay konusu olmuştu. Annesini aşağılamışlardı: “Sadece en kötü türden bir kadın bir canavara yataklık eder ve böyle bir yaratık doğurur.” Aslında annesini hiç tanımamıştı, onu hatırlamıyordu. Babasını da bilmiyordu. Hatırlayabildiği kadarıyla, Moniyan İmparatorluğu sınır bölgelerinde köyden köye dolaşarak yaşamıştı. Köylüler kütle histerisine kapılmış ve onu son sığınağından kovmuştu, şu anki durumuna düşürmüştü.

Güneydeki Barren Lands’a gitmiş, küçük bir demon grubuna katılmıştı. Böylece çocukluğunu diğer demonlarla eğitim yaparak ve savaşarak geçirmişti. Hiçbir soru sormamıştı. Yaşıyor olması yeterliydi.

Bir savaşçı olmuştu, kendine ait olabileceği bir yer arayarak. Çift mızraklar silahı olarak seçmişti. Savaş, varoluş nedeni olmuştu. Alice, Barren Lands’a gelip demon güçlerine üye topladığında, o da katılmayı seçti. Savaşlardaki cesareti kısa sürede onu bir kaptan yaptı. Alice’in emri altında Lumina City’yi kuşatmayı başardı. Ancak, büyülü bir saldırı nedeniyle tekrar ölümün eşiğindeydi.

Vücudunun her santimi yanıyormuş gibi hissediyordu. Şehre dalan ordunun ayak sesleri kulaklarında çınlıyordu. Büyük bir çabayla başını çevirdi ve yanındaki arkadaşı aradı. O kişinin, vücuduna uzun bir mızrak sapladığını gördü.


Arlott’un Hikayesi (Devam)

İhanete uğramıştı. Önce insanlar, sonra demonlar tarafından.

Baygın haldeyken, bir insan tarafından sarıldı ve arabaya atıldı. Arabanın üzerindeki un kokusu burnuna hücum etti ve öksürük nöbetine girdi. Yaralarından akan kan, yattığı alanı lekeledi.

Üç gün üç gece boyunca bilinci açılıp kapandı. Onu kurtaran genç bir kızdı. Yüzüne büyük bir doğum lekesi yayılmıştı. Onu 13-14 yaşlarında tahmin etti, ancak insan yaşlarını tahmin etmede pek yetenekli değildi. Tek bildiği, kızın da kendisi gibi biraz garip göründüğüydü.

Kendine geldiğini görünce, kız fırından buharı tüten bir somun ekmek çıkardı. Ona vermeye çalıştı, ama o elini sallayarak itmeyi başardı ve ekmek yere düştü. Kız ekmeği aldı, yarısını yedi ve geri kalanını tekrar vermeye çalıştı.

Büyük bir çabayla ağır gözkapaklarını kaldırdı. Kızın yüzünde, ne hissedeceğini bilemediği bir gülümseme gördü.

Başlangıçta gitmekte kararlıydı, ama kız tamamen iyileşene kadar kalmaya zorladı. Lumina City’de onun için yer yoktu ve yarım yenmiş ekmek giderek daha cazip geliyordu. Kızın fırınında kalmaya karar verdi.

Ve kızın adı Mila idi.

Mızrakları ağır hasar görmüştü, ama yine de hep yanında tuttu. Gece boyunca en ufak bir rahatsızlıkta uyanıyordu. Bir keresinde, Mila üzerine bir battaniye örtmek için yaklaştığında, şaşırıp mızrağını çekti. Ucu boynundan birkaç santim uzakta, Mila sadece gülümsedi. Ona karşı hiçbir kötü niyet beslemediği belliydi ve silahlarını indirdi. Tıpkı insan dünyasına adapte olmayı öğrenen küçük bir çocuk gibiydi.

Fırında kaldığı süre boyunca, başlangıçta Mila’nın sargılarını değiştirmesine izin vermemişti, ancak zamanla onun bir tür çırağı olmuştu. Depoyu süpürmek, ağır eşyalar taşımak, Mila’nın beslediği beş kedi ve üç köpek için yemek hazırlamak gibi işlerde yardım ediyordu. Ayrıca okuma yazma öğrenmişti. Mila, derin bir inanca sahip bir kızdı ve kilise ayinlerine katıldığı zamanlarda dükkânı o işletiyordu.

Bütün bunlardan hoşlanmaya başlamıştı.

Mızrakları depoda tozlanıyordu. Zamanla paslanmaya başlayacaklardı… Eğer derinliklerden gelen demonların iş bölgesine ani bir saldırı düzenlememiş olsalardı.

Mila’nın keskin çığlığını duyunca, Arlott koşabildiği kadar hızlı koştu.

Küçük bir çocuk ve bir demon arasında titreyerek duruyordu, elinde fırın küreği savunma amacıyla kaldırılmıştı. Şövalyeler gelmeden önce istilacı yaratıkları hızla temizleyen Arlott, Mila’yı fırına geri götürdü. Orada, Mila hep taktığı kolyeyi Arlott’un boynuna taktı. Mızraklarını onarmalıydı. Mila’yı korumalıydı.


Arlott’un Hikayesi (Devam)

Mila, kolyeyi takarken, Arlott’un iyi bir insan olduğunu, neşe dolu olmasa da, kolyenin onu koruyacağını söyledi. Küçük parmağını uzatarak bir “serçe parmağı yemin” yaptı.

“Arlott, mümkün olduğunca çok insanı koruyacağımıza dair birbirimize söz verelim.”

Mila’nın sözleri üzerine, mızraklarından biri sıcak, ışıltılı bir ışık vermeye başladı. İşte o anda Arlott, büyülü saldırının kendisini neden yok etmediğini anladı.

Ancak onun için, huzurlu ve tatmin edici bir yaşam, bir kum saatindeki tek bir kum tanesi gibiydi; yakalanması imkansız ve sonsuza dek ulaşılamazdı. Bir şekilde, Kilise Mila’nın Arlott’u barındırdığını öğrendi ve Mila’yı kâfirlikle suçladı. Fırına sık gelen birkaç çocuk ağlayarak ona koştu ve olanları anlattı. Geldiğinde, karşısında sadece cansız bedenini buldu. Bu harika kız, o sabah ona gülümseyerek veda eden kız, bir daha asla gülümsemeyecekti.

Uyuşuk bir halde, birden kendini Kilise’nin içinde buldu, sanki oraya taşınmıştı. Mila’nın soğuk ve hareketsiz bedeni kollarındaydı; onu tüm yolu taşıdığı halde, tüy gibi hafif geliyordu. Gökyüzüne karanlık çökerken, Mila’yı yükseltici sunağa yavaşça yerleştirdi. Ölümünde bile, onun kadar dindar birinin hayatta beklediği mucizeyi hak ettiğine inanıyordu.

Birkaç şövalye onu tuttu. Gözlerinde Mila’nın bedenine bakarken nefret gördüğünü ve ona hakaretler yağdırdıklarını duydu.

Bir anda, demon arkadaşları tarafından ihanete uğradığı zamandan beri hissetmediği bir öfke kabardı. Elindeki mızrak öfkeyle titriyordu. Ne kadar da saldırmak istediğini, onu incitenleri nasıl yok etmek istediğini hissetti.

Farkında olmadan, mızrağı şövalyelerin kanıyla lekelenmişti.


Arlott’un Hikayesi (Son)

Görüşü yavaşça kırmızıya büründü. Sağ gözünü bir eliyle kapattı, diğer eliyle iki mızrağı da tuttu. İlahi bir müdahale gibi, silahları düşmanlarının etine saplandı. Kırmızı bulanıklık arasında, beyaz bir leke gördü. O, Mila’yı.

Kilise’den Mila’yı alıp çıktığında, daha fazla şövalye önünü kesti. Ne kadar savaştığını hatırlamıyordu, ama son şövalye düştüğünde, zırhı kanla kaplıydı ve her adımda ayak izleri kırmızı lekeler bırakıyordu. Ancak, göğsünde taşıdığı Mila’nın bedeni temiz ve lekesiz kalmıştı.

Fırına döndüğünde, fırının ateşleri çoktan sönmüştü. Mila’nın o sabah hazırladığı ekmeğin kokusu hala havada asılıydı. Kediler ve köpekler etrafını sarmıştı, olan bitenden habersizdiler. Yarı insan olduğu için, demonlar tarafından ihanete uğramıştı. Demon olduğu için, Mila idam edilmişti. Sonunda, ne insan ne de demondu. Hiçbir şeydi, çünkü en çok korumak istediği şey şimdi ölü ve paramparça olarak önünde yatıyordu.

Tekrar aynı yolda buldu kendini. Üç yolun ayrıldığı noktada arabayı durdurdu. Kuzeyde Lumina City, güneyde Barren Lands vardı. Kaderin akışı onu daha önce bu yerlere sürüklemişti. Bugün, üçüncü yolu seçti ve Mila’yı yanına aldı. Yol, uzak bir göl kenarındaki ormana çıkıyordu. Bir zamanlar ormanın meyve ağacının altında, Mila’nın doğum gününü kutlamışlardı. Her yıl bu günü kutlamaya sözleşmişlerdi.

Bu, Mila’nın sonsuz dinlenme yeri olacaktı, burada kimse onu rahatsız etmeyecekti.

Bir ateş yaktı ve tabutuna yaslanarak oturdu, mızraklarını temizledi. Başını kaldırıp gökyüzündeki yıldızlara baktı, Mila’nın bir zamanlar söylediği bir şeyi hatırladı. Göl kenarında açık bir gecede, yıldızlar özellikle parlak olur ve kaybolan, yorgun yolculara yol gösterir, onları eve götürür.

Eğer şu anda uyanabilseydi, kesinlikle bütün gece yıldızları seyretmek isterdi.

Yıldız ışığı mızraklarından yansıyordu. Mila’nın verdiği kolyeyi okşadı ve yavaşça tabutu açmaya başladı.

“Bak, Mila. Yıldızlar senin için parlıyor.”